Ehl-i keyfin kahve keyfi

16. asırdayız: Devlet-i Âlî Osman’ın pâyitahtına gelen yeni bir mayi ortalığı fena karıştırmış! Başkent İstanbul’da her kafadan ayrı bir ses çıkmakta: Tıbbi açıdan zararlıdır diyenleri de var, keyif verici maddedir diyenleri de…

Velhasıl, alışılagelen küçük kıyametlerden biri daha kopar, bu kadim şehirde. Yemen Valisi Özdemir Paşa’nın getirdiği kahve sarayda pek sevilse de, halk için aynı hoşgörü gösterilmez. Osmanlı tebaasının kahvehane köşelerinde bir araya gelmesi, sohbet edip memleketin durumunu konuşması son derece tehlikelidir çünkü… Bu garip mayinin yasaklanması için fetvalar bile verilir. Ama her zamanki gibi, yasağın caydırıcı değil de merakı arttırıcı etkisi devreye girer ve kahve gerek müesseseleri, gerekse alet-edevatıyla İstanbul’a kalıcı olarak yerleşir. Üstüne üstlük bir de “Türk kahvesi” adını alacak kadar istilacı çıkar. 

1551-1555 yılları arasında pek çok kahvehane açılır İstanbul’da. İlk kahvehaneyi kimin açtığının kaydı ise, Peçevi İbrahim Efendi’nin kendi adıyla yazdığı 1641 tarihli “Peçevi Tarihi”ne düşer:

“Halepli Hakem ve Şamlı Şems adlı kişiler Taht-ı Kal’a (Tahtakale)’da ilk kahvehaneyi açtılar.”

Edebi nitelikli bir başka metinde, açılan ilk kahvehanenin tarihi için; “Kahve-hane mahall-i eğlence,  Sene 959/M.1551” diye kayıt düşülür ve burada eğlence yeri olarak tanımlanır. Kahveyle ilgili zamanı tespit edilebilen ilk edebî metindir bu. Fakat şimdilerde Mevlana’nın Divan-ı Kebir’indeki kahveyle ilgili beyitler de tartışma konusu; bu beyitler esas alınınca da kahvenin tarihi Anadolu’da 13. yüzyıla kadar uzanmakta. Zamanı, mekânı, kaynağı hakkındaki kesin bilgilere ulaşmanın tek yolu; kahve hakkındaki çalışmaların artması sanırım…  

Yeniden 16. yüzyılın ortalarına dönersek; bugünkü Tahtakale’nin sokak aralarında, içlerinde kahvehanelerin de bulunduğu pek çok içecek (eşribe) ve güzel koku (attar) dükkânı faaliyet gösterir. Bu bölge, zamanla Müslüman ahalinin ve dönemin ileri gelenlerinin sıklıkla gelip gittiği bir görüşme yeri olur. Aynı dönemlerde gayr-ı Müslim ahalinin kültür merkezi ise Galata’dır.

Sevildi, horlandı kahve

Kahve, kaçak göçek girdiği İstanbul’da hızla tutunur. Hatta şarabın yerini bile alır. Sevenleri olduğu kadar, sevmeyenleri de vardır. Kahveye alışamayanlardan biri de divan şairlerinden Şeyhî Mustafa’dır: “Kahve devrinde çekildi ortadan câm-ı şarâb / Kondu şimdi âşiyân-ı âle gurâb” diyen şairin demesi odur ki; kahve devrinde şarap ortadan çekildi, şimdi papağan yuvasına karga kondu.

Kahve seven şairler de boş durmaz hani: “Soğutmaktır murâdı kahveden âlûfte yârânı / Kelâm-ı şeyh bâriddir gerek âb-ı zülâl olsa.” Kahve aleyhinde atıp tutanların amacının kahveyi sevenleri soğutmak olduğunu söyleyen Sâbit, bizzat atıp tutanların ve sözlerinin soğuk olduğunu söyler böylelikle.

Kahve sevenlerle şarap sevenlerin atışmasının bir iki beyitle sınırlı kaldığını sananlar, yanılırlar. Meydan savaşı değilse de, uzun soluklu bir beyit savaşı verilmiş diyebiliriz bu konuda…

Fakat da Yemen’den gelen ve bu uzun yol için “kahve Yemen’den gelir” diye türküler bile yakılan kahvenin vergisi yükseldikçe yükselir. Halkın toplanmasının önüne çıkarılan bir başka engeldir bu ve tabii ki dile dolanması da gecikmez. “Kahve narhın arttıran kahve gibi çeksin azab / Hem yanıb hem rû-siyah, hem hurd ola hem gârk-ı âb” Eğer Sadullah İzzet’in ettiği bu beddua gerçekleşmişse kahvenin fiyatını yükseltenlerin vay hâline! Kahve gibi yanıp kavrulmak, un ufak parçalara bölünerek sularda boğulmak pek de hoş olmasa gerek…   

Böyle böyle türlü çeşit edebî metnimize giren kahve, pişirilmesi, içilmesi, sıcaklığı, kokusu ve rengiyle herkesi büyüler, kendisine hayran bırakır. Eee, ne de olsa: “Ehl-i keyfe keyf verir kahvenin kaynaması / Eşeği baştan çıkarır sıpanın oynaması” demişler. Kahveyi önce ağalar, beyler vasıtasıyla tanıyan Anadolu’da da zamanla baş ikram olur bi’ acı kahve…

Nereden nereye derken

Derler ki; kahve içme alışkanlığı Yemenli sûfilerden gelir. Gece ibadetlerinde uyku dağıtmak amacıyla kahve içen sûfilerde, kahvecilerin pîri kimilerine göre Şeyh Ebu’l-Hasen eş-Şâzilî’dir. Tekkelerdeki “kahve ocağı”nda gelen misafire önce kahve sunulur, “Her sabah besmeleyle açılır kahvehanemiz / İmam Şazeli’dir pîrimiz.” diye levhalar asılır.

Tekkelerde sunulur da evlerde sunulmaz mı? Misafire pişirilen kahve en güzel tepside, kolalı dantelden fincan altlığıyla, yanında güllü lokumuyla gelir masaya… Sarayda altın-gümüş işlemeli zarflarıyla, İznik çinisinden fincanlarıyla yabancı konukları büyüleyen kahvenin ünü zamanla tüm Avrupa’ya yayılır.

Ve tarih 1683’ü gösterir: Kahvenin yeni rotası Avrupa’dır. Daha önceden Venedikli tacirler ve çeşitli sefirler aracılığıyla Avrupa’yla tanıştırılan kahve şimdi Viyana önlerindedir. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Viyana önlerinden çekilirken Avusturyalılar ilginç bir ganimet toplar; çuvallar dolusu Türk Kahvesi…

Acı bir hatıra olur kahve

Herkes kendi yaşadığınca algılar dünyayı; düşüncelerine göre değer biçer yaşadığı anlara bir fincan kahve eşliğinde… Zaman ki; olmuş olanla olacak olanın hem içinde, hem dışında bir mevhum; zaman ki kırk yıl onun içinde sadece silik bir nokta…

“Bir tek bu fincan kaldı / Yüzyıllık sevdalardan / Kahve yaşın gelecek / Bu fincanı iyi sakla” diyen Barış Manço, oğlumla kahve içip anlatmak istediklerimi zaten anlatmış bu sözlerle…

Benim kahveye dair bir son sözüm yok, aşkımız devam ediyor çünkü. Çare yine eskilerde galiba: “Ehl-i keyfe kahve verse tazeler / Ehl-i keyfin keyfini yelpazeler”

Tolunay Sandıkcıoğlu                   

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*